Sweet Revenge

a mundus magnifico, we’re here once again. Our feelings dwindling, lingering on a small branch. “Feeling Alive!” we screamed—we couldn’t let it go. It was scary. To feel alive musn’t be hard, we said. We even devised simple goals too. Simple appreciation—all that was necessary.

iki buçuk senedir yer bulamamış, paçavra gibi oradan buraya atılmış; başından geçmiş bin türlü felakete rağmen hayata tutunabilmiş bir kağıt parçasıydı elimdeki. Bir alışveriş listesiydi. Neymiş bakalım? Karabiber mi?

Öncesinde (çok öncesinde) hiç gerek kalmazdı bakmama bu tarz listelere. Duygu Market’e gider ve eline tutuştururdum. Gerisini Reşat abi çözerdi. Veresiyesini yazar yollardı beni. Babam ayda bir gider hesabımızı çözerdi. Reşat abi benden çok görmüştür babamı. Her ne vakit bir gaflete düşüp yolumu kıraathaneden verirsem, Reşat abi okey masalarında birbirine dolanmış insan yığını arasında başını kaldırır, yanına çağırırdı. Bense her zaman yanıtlardım bu çağrısını—oysa hiç istemezdim. Bir şeyleri istememenin düzgün bir bahane olmadığını bilirim. Orada bana saatlerce sürmüş gibi gelen bir vakit aralığında babamı anlatır dururdu: nasıl bir “adam” olduğunu, nasıl “yahşi” bakışlı olduğunu. Ben pek hatır etmem, hatırlamaya meyil de etmem. Milletin tanımlarına sığamamıştık herhalde. Veya ben almam gereken örnekleri alamamıştım. Görememiştim.


Sokağı geçtim. Pazar kurulmuştu, tabii ya. Duygu Market’e gitmeye gerek kalmadı. Bizim buranın pazarı şahane: günün sabahında toplanmış tüm sebzeler. Taptaze çekilmiş karabiber, iki saati geçmemiş, burnu çatlatan bir koku ile pazarın girişini işaret eder. Hedef belli. Hedefin belli olmasına bayılırım.

Kağıda tekrar baktım. Yalnızca karabiber değilmiş: daha sabah üzerine dökülen çay kurumadığı için mürekkep süzülerek dağılmış. Zerdeçal, zencefil, kuru nane, turşuluk biberiye, bir de şey… arktik havyar—şöyle mora çalanından. Kalitesinin nasıl olması gerektiğini valide anlatmıştı: “Serçe parmağınla alacan, güneşe doğru bakacan.”  İnsan gözünü andıracak şeffaflığıyla. Bu seferki de şaşırtmadı zaten. Bizim pazarımız bambaşka.

Liste bitti, ben sağa sola bakınmaya devam ettim: domates, salatalık—bu mevsim de hem de. Okey abi. Köşede bir ressam gördüm, pazarın resmini çiziyordu. Bir sürü çizim tezgahında dağınık bir halde duruyordu. Gidip yakından baktım. Tüm çizimlerde yer aynıydı, fakat her birinde farklı olaylar dönüyordu: birisinde sabah karanlığı, diğerinde gece ışıklarının cıvıltısı vardı. Mevsimler, insanlar, hepsi değişirken sabit olan şey pazarın kendisiydi.

“Vaaaaayy güzeeeeelll.”

Bir tanesini aldım. Dilimlenmiş karpuz, sade soda, tuzsuz dakota çekirdeği, helal crispy bacon, iki şişe mayochup, yeğenlerime fırıldaklı oyuncak, acne merhemi, kömür katranı ve salsilik asit solüsyonu da aldım. Muhtar emmi kendi tezgâhında yapar: “Kepeklere birebir gider kızanım,” derdi. O gün bugün kullanıyorum, gayet iyi.

Hava kasvetliydi: yedi dereceydi ve esiyordu. Feci kasvetliydi. Aşağı yukarı herkesin iğreneceği bir havaydı. Benimse favori hava durumum buydu. “Yesss, Skyrim havası…” İstemsizce evime olan yolumu uzatmış, kendimi mahallenin saçma sapan sokaklarında bulmuştum, tadını çı-ka-rı-yo-rum.


Son bir kez daha kağıda baktım. Hı hı, evet, hı hım, aldım, aynen, aha! Arkası da varmış: kezzap, tuz ruhu, Ruhi Mücerret Romanı, iki çift takunya, Hyundai 2013 model ix35 sol fren lambası, bir çığlık maskesi, bir lav lambası, iki çay—biri orta açık. Dağ kekiği.

Listeyi okumayı bitirdiğimde kendimi Reşat’ın bakkalının önünde buluverdim. E zaten, olacağı varmış. Evren yine akıl almaz güçlerinden birini kullanmış, zamanı ve mekanı büyük ustalıkla evirip çevirmiş ve beni tam olarak bu yere ve zamana mahkum bırakmıştı. O bakkala girmemek, Allah’ın sözünü çiğnemek, evrenin kurallarını altüst etmek gibi bişey olurdu. Düşünmeyi bitiremeden içerideydim zaten.

Bakkal epey harap olmuştu. Hareketsiz, ölü gibiydi. Haşarat bile uğramıyordu sanki artık. Örümcekler yuvalarını terk edip gitmişti. Işık çalışmıyordu. Üst pencerelerden üzüntü dolu loş bir gri ışık hafifçe aydınlatıyordu içeriyi. Saat dahi durmuştu. “Herhalde dükkanda değil galiba,” diyecektim ki… Tezgâhın üzerinde iki büklüm kıvrılmış, kafasını kollarının arasına sokarak hareketsizce kalan Reşat'ı gördüm. Saçları kirli beyazlamış, bayadır berbere de gitmemiş. Pis bir kıyafetle öylece duruyordu.

Varlığımı belli etmek için ayağımı yere vura vura yürümeye başladım; ses her köşede yankılandı. Sanki bir bakkala değil, destansı bir ejderhanın zindanına girmiş gibiydim. İyi mi yaptım, kötü mü bilemeden canavar ağırca uyanmaya başladı. Önce hafif bir inleme geldi, derin bir nefes aldı. Önümdeki bu yaratık öylece kabarmaya başladı. Kollarını uzattı, katır kutur sesler geliyordu. Kafasını kaldırdı. Suratı, harita gibi izlerle doluydu. Gözleri çapaklarla mühürlenmişti. Kollarını iki yana ve yukarıya açarak yaklaşık beş saniye esnedi. Sert bi sarsılmayla sonlandırdı ve gözlerini açtı, ağzı da yapış yapıştı zor açıyordu.

“Ah, sen miydin yeğenim?”

Tamamen istemsizce elimdeki kağıdı uzattım. uzatmadan evvel o uzatmıştı bir elini zaten, diğer eliyle gözünü kamıştırırken. İkimizde antika bir hatıraya sıkışıp kalmıştık ansızın.

Listeyi elimden aldı, evirdi çevirdi. Kağıtın o perişan hali, kendi hanemize dair bir takım ipuçları veriyordu ki herhalde, yüzünde saçma bir tebessüm belirdi. "Annen nasıl eyi mi?" homurdandı ve tabüresinden indi. Listedeki malzemeyi toparlamaya koyuldu. Az önceki kaskatı kesilen adamdan bir eser kalmamıştı. reyonların arasında süzülüyordu. İçinde ben, babam ve annemin olduğu garip bir anıya sıkışıp kalmıştı. Ağzından anlamsız, sözcüğe benzer şeyler çıkıyordu. Öyle bir iki dakika geçti.

Elinde torbalarla tezgaha vardı. "Kekik kalmadı yeğenim, o yüzden yarım kilo brüksel üsulu komposto koydum. Çok da güzel manda sütü geldi Kerimcangillerin köyünden. O da benden ossun yiğenim. Anangile selam söyle. Uğrayın arada uğrayın hahhahhhahahaaaaa."

Keyfim kaçtı. “Şey abi, bir de sigara alıcam: Winston uzun, hatta Kopernik Edition var mı?”

Kaşlarını çattı, beni süzdü; sonra oradan koptu, “Veayh be! Elimizde büyüdün koca oğlan.”

Arkasına döndü. Uzun uzun sigara dolabını aradı. "Eh şey, yok galiba sen görüyor musun?" Ben de uzun uzun aradım ve ben de bişey göremedim hakkaten. Baya berbat eski sigaralar vardı zaten. "Hele bah bah" döndü ve aşağılardan bi çekmeceyi açtı. "Sen yabancı değilsin yeğenim. Al hadi bu da benden olsun". Gayet güzel bir pakette gayet güzel sigaralar vardı. "Sweet Revenge" dedi muntazam bir kovboy aksanıyla. Hayallerde, fikirlerde yaşıyordu bu adam. Bu düşünce bağırırmışcasına belirdi kafamda. "Eyvallah Reşat abi kendine iyi bak". "Annenlere çok selamlar evlat!"


"Annenlere" diyerek imgeyi yumuşatmaya çalışıyordu. Reşat Abinin bizim aileye her zaman çok garip bir takıntısı vardı. Annemden epeyi hoşlanıyordu. Çocukluk arkadaşlarıydılar. Epeyi eski bir sevgiydi onunkisi. Babamla evlenince, nefret gütmektense, sanki bir hayranlık belirmişti içinde. Çocukluk aşkı, o yüz vermeyen sevdiği. O zor kız, o amansız kadını dize mi getirmişti?. "Ne adamdı ha! Senin baban!" bağırarak kendini rezil edişleri kafamda çalkalanır oldu. Erkenden kaybetmiş, erkenden kabullenmişti. Bu kaybedişi de hızlıca unutmaktansa, kendi hayatına araç edinmişti.

Pekala bu tayyi zaman portalı dükkandan kendimi atıverdim. Bir köşeye yaslandım ve kendime gelmeye gayret ettim. O güzel görünümlü sigaradan bir dal yakacaktım ki, ateşimin olmayışı gerçeği beni karanlık bir hüzüne bürüdü. Reşatın bakkalına dönmeyeceğim kesindi. Sanki gitmek istesem bile, evrensel bir kural girmeme engel olacak, "23:58:26 sonra tekrar gel" yazan bir tabela karşıma çıkacaktı. Bu scripted event’i oynamıştık artık bi kere. No clip. Out of bounds.

Yukarı doğru yolumu uzattım, parka doğru, o garip amfili parka doğru yolum uzadı. Amfili parkın hikayesi güzeldir. Amfili parkda yalnız vakit geçirmeyi severdim. Şimdi ise sadece uğrayacak, içinden geçecektim. Alaylı bakışlı bir grup liseliden ateş isteyecektim. Ateş 7 8 çakıştan sonra ancak yanacaktı ve beceriksizce sigaramı yalnızca yanından yakabilecektim. Sonra da muazzam bir kasıntıyla, sicimlerle bağlanmış bir kukla gibi başımı öne eğip çocuklardan uzaklaşacaktım.

Sigara, çok iyiydi. Ciğerimde tatlı bir hissiyat bırakıyor, dilimi gevşetiyor, boğazımı okşuyordu. Kokusu da ağır değil ve hoştu. Öylelikle ağır ağır ağır ağır yolumu tuttum.

Elimdeki torbalara baktım. Sonra o kağıda da baktım. Eksik kalan tek bir şey vardı, o da sigara kokusunu bastıracak naneli şeker, artık yapacak bişey yoktu. Eve gider gitmez deterjanla ellerimi yıkar, ağzımı fırçalardım. Hem anacım beni çok severdi. Tüm belirtiler orada olmasına rağmen aklı hiç yanlış here kaymazdı. İnanmak istemediğin şeyi görmez olursun. Kulakların duymaz, burnun koklamaz, gözlerin görmez olurdu.

Onda da öyle olurdu işte.